Kendin İçin
21 Şubat 1997
İmkân dahilinde tüm hadis kitapları ve önde gelen tüm tasavvuf eserleri incelendikten sonra yazılmış kitaplardır benim kitaplarım. Elbette bütün bu verilerin kendime göre değerlendirilmesi de sözkonusudur. Yaptığım çalışmaların getirisi de buna eklenmelidir.
Bütün bunlar yine elbette ki Allah’ın lutfu ihsanıyla mümkün olmuştur.
Sonuç bu veri tabanı üstüne oturtulmuş, kişisel yorumdur.
Bu veri tabanına oturmayan başka birnin yorumu ise, elbette ki benim yorumumdan farklı bir sonuç orataya koyacaktır!.
-Hissedilip de bahsedilemeyen şeylerden mi bahsediyorsunuz kitaplarınızda?
-Müşahede edilir ama konuşulmaz, yazılmaz bir kısım şeyler!
Çünkü yeterli altyapısı olmayan karşındakini küfre -inkâra- isyana götürür bir kısım bilgilerin; o konuların bağlantıları görülmediği için…
Oysa sen de o ilmi elde edip, o bağlantıları görebilsen; her şeyi yerli yerinde bulursun.
Sen tutup da bir bölümünü söylediğin zaman karşındaki o bağlantıları göremez, bağlantıları göremeyince de kendi başına mütâlâa eder, isyan eder, küfre gider.
-Hallacı Mansur gibi?
-Hallacı Mansur ne ki? Bu devirde çocuk oyuncağı hükmünde o söylenenler! Ortaokul talebesi de söylüyor, “Enel Hak” Lâfını söylemek değil, Onun hissettiklerini hissedip yaşamak önemli… Hallacı Mansur “Enel Hak” dediği zaman gecede 300 rekat namaz kıldığı yazılı kitaplarda..
Şimdi, “Enel Hak” diyor; elinde içki kadehi demleniyor!!!
Nerede tahkiken, birilerinin “Enel Hak” gerçeğini hissetmesi, yaşadıkları; nerede elinde içki kadehiyle takliden “Enel Hak” mavalı söyleyip içki kadehine sarılışı. Ne benzerliği var bu ikisinin?!
Türkiye’nin, bugün söylendiği gibi yaklaşık yüzde otuzu değil; on binde biri gerçekten tarikat ehli olsa Türkiye’yi bugün hiçbir devlet tutamaz.
“Tasavvuf ehli olmak” demek; alıcı olmak demek değil, verici olmak demektir!
Bir daha özetleyim aynı konuyu:
Dünya, güneş sistemi, galaksi, vs yaratılmadan evvel, Allah kâinatı ve içinde bulunduğumuz tüm sistemleri ilminde yaratmıştır. Belli bir sistem ve düzene dayalı bir şekilde.
Ne galaksinin ne dünyanın ne de dünya üstündeki insanın varoluşu, Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzeni hiçbir şekilde etkilemez ve değiştirmez. Siz ister buna günlük ifade ile “Doğa Kanunu” deyin, ister “Tabiat Kanunu” deyin, ne derseniz deyin. Bahsettiğiniz şey; “Allah’ın yaratış Sistem ve Düzeni”dir
Allah “Sistem ve Düzeni”, “DİN” ismiyle Rasùller ve Nebiler aracılığı ile insanlara duyurulmuştur.
İnsanlara bu Allah’ın yaratış düzenini duyurmasının sebebi; insanlar, “ölüm” denen olay ile birlikte yaşamları son bulmaz, ölüm ötesinde de yaşamları devam eder.
Eğer insan, nasıl bir sistem ve düzene göre yaratıldığını bilirse, ona göre gereken çalışmaları yaparak ölüm ötesi yaşamda da kendini kurtarır. Eğer insan içinde yaşadığı sistem ve düzenin ne olduğunu; -ne yaparsa ne ile karşılaşacağını-, ne yaparsa neyi elde edeceğini bilemez ise, o zaman bunun gereği olan çalışmaları da yapmaz; sonunda da büyük acı ve ızdıraplara düşer. Yani Cehennem hayatı yaşar!
Rasul, Allah’ın bu sistem ve düzenini, Allah’ın kanunlarını, “Eyyühen Nâs” diyerek bütün insanlara tebliğ etmiştir.
Rasul’in muhatabı; ırk, renk, dil, cins, millet farkı olmaksızın bütün insanlardır! Yani tek tek fertlerdir!
Fertler, kişiler; Rasul’in bu hitabını değerlendirmek, O’nun dediğini anlayarak veya anlamadan iman ederek gereken çalışmaları yaparak kendi âhiretini, gelecek hayatını elleriyle inşâ etmek durumundadırlar!
Ya Rasul’in dediklerini araştırırsınız, öğrenirsiniz ve aklınızın mantığınızın gerektirdiği bir biçimde değerlendirirsiniz.. Ya da bunu yapmazsınız, sonuçlarına katlanırsınız!
İslam Dini’ne göre, yani Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzene göre; kimse kimseden mes’ul değildir; ve kimse, kimse için mazeret teşkil etmez
İslam Dini; Rasul’in ferde tebliğ ettiği yaşam sistem ve düzenidir!
Ne yaparsan onun neticesi ile karşılaşırsın, yaptığının sonucu olarak!
Senin neleri yapmanın sana yararlı olacağı anlatılmış; neleri yapmazsan da zararını göreceğin bildirilmiştir.
İslam Dini’ne göre, “Din adamları sınıfı” yoktur!
Maalesef geçmişte de, günümüzde de ve insan yapısı gereği gelecekte de “Din adamları sınıfı” olacaktır!…
Gerçekte ise, İslam Dini’nde “din adamları sınıfı” yoktur!
Herkes kendi başına kendi dinini öğrenip gereğini yapmakla mükelleftir!
“Ben falanca din adamından öğrendim de onun için böyle yaptım” demen, seni hiçbir zaman hiçbir şekilde kurtarmaz!
Allah’ın yaşam sistem ve düzenini, yaratmış olduğu bu sistem ve düzeni herkesin tek başına, tek tek öğrenmesi ve yaşamını düzenlemesi gerekir!
Daha önce de verdiğim misal gibi senin 9. katta kenarda durup, yanındaki adamın buradan atla sana bir şey olmaz demesine inanıp kendini aşağıya atınca, mermerin üstüne düştüğünde “bana falanca böyle demişti de onun için benim kemiklerim kırılmasın” demen hiçbir şey ifade etmez, kemiklerin kırılır!
Senin de, işin doğrusunu gerçeğini öğrenmen gerekir!
Öyle ise, hiçbir din adamı, hiçbir şeyh, hiçbir hoca, hiçbir müftü senin için öbür tarafta kurtarıcı olamaz; mazeret bahanesi; vesilesi olamaz!
Herkes, tek tek, İslâm Dini’nin ne olduğunu, yani Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzenin ne olduğunu, âhirette nelerle karşılaşacağını; karşılaşacağı olaylara karşı ne gibi tedbirler alması gerekliliğini bizâtihi öğrenmek, araştırmak zorundadır.
Bir sene, iki sene, beş sene sonra başına neler gelir diye düşünüp tedbirler almaya kalkıyorsun..
Herkes, bugüne kadar dünyaya gelen herkes bu dünyada kalamayıp, ayrılıp gittiği halde; sen de bunu gördüğün halde; eğer sen gideceğin yerin ne olacağını -nelerle karşılaşacağını- araştırmak gereğini duymuyorsan; o zaman bunun sonuçlarına da paşa paşa katlanmak zorundasın!
“Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzen”, “İslam Dini” adı altında Rasul tarafından insanlara tebliğ edilmiştir!
“İslam Dini”, Hz. Muhammed ile gelmiş yeni bir din değildir!
Adem Rasul’den Hz.Muhammed’e kadar gelen bütün Rasuller, Allah’ın yaratış sistem ve düzenini insanlara bildirmişlerdir. Yani, İslam Dini’ni tebliğ etmişlerdir!
“İslam Dini” böyle; sistem böyle; insan da eğer bu sistemi değerlendirirse neticede hayatı Cennete döner. Değerlendirmezse neticede Cehennemi yaşar!
Biz “Allah, Allah” deyip duruyoruz. Sanki bri somut objeden veya yarı somut bir objeden bahseder gibi…
Az ya da çok kafamızda şekillendirdiğimiz, belli özelliklerle bezediğimiz bir objeye takıyoruz bu adı… Acaba öyle mi gerçekte?
“Allah İsmi İle İşaret Edilen” varlık nedir?..
Biz bunu “Hz.Muhammed’in Açıkladığı ALLAH” kitabında yazdık! ”İslam” kitabında buna değindik.. Fakat “Hz. Muhammed Neyi OKUdu” kitabındaki bazı bölümler dolayısıyla konuya daha açıklama getiren bir sayfalık ilave bölüm yazdım.. Arzu ederseniz size onu okuyayım;
“İsim” isimleneni ne kadar anlatır? Burada çok çok önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
“İsim”, dikkati - düşünceyi bir varlığa yönlendiren kelimedir.
Biz, “isim”i konuşmak ya da herhangi bir şekilde düşünmek istediğimiz varlık için kullanırız.
“Allah” kelimesi, bilindiği üzere bir isimdir ve dahi herhangi bir dile tercümesi genel dil kurallarına göre mümkün olmayan bir özel isimdir!
“Hulûsi” kelimesi, nasıl bu fakîre işaret eder, tanımayan biri için de bu işaretin ötesinde hiçbir şey açıklamayan bir kelime ise; “ALLAH” ismi de, yalnızca bir özel isimdir ki, işaret ettiği varlık hakkında hiçbir açıklama getirmez. İlk defa bu kelimeyi duyan kişi, sadece, bu isimle anılan bir varlık olduğunu anlar..
Peki… Bu ismin işaret ettiği varlık, nasıl bir varlıktır?.. Bir tanrı mıdır, ya da başka bir şey midir?
İşte burası, konunun en önemli tarafıdır.
Bize “Allah” ismiyle, “O”, “Hû” dediğimiz varlığı tanıtan Rasûl Muhammed Mustafa Aleyhisselam, o isimle işaret edilen varlığın bir Tanrı, mâbud, ilâh olmadığını vurgulamaktadır!.
Burada şunu iyi anlayın…
Kurân’daki, “Sizin İlâhınız Allah’tır!” beyânıyla da; bizim, “İlâh” veya “Tanrı” diye var sandığımız şeyin, gerçekte “Allah İsmiyle İşaret Edilen” varlık olduğu açıklığa kavuşturulmaktadır.
Yani, “Sizin ilâh sandığınız varlık gerçekte ALLAH’tır, ki o da bir ilâh olmaktan münezzehtir”! anlamı vurgulanmaktadır.
“İlâh-tanrı” kavramı başkadır… Kurân’a göre, “ALLAH” ismiyle işaret edilendeki anlam ve târif başkadır.
Bu yüzden, eğer, “ilâh”ın, “ALLAH” olduğu açıklanıyorsa size; bu demektir ki, “Allah” isminin işaret ettiği mana içinde, “ilâh-tanrı”lık kavramını yeniden değerlendirmek zorundasınız! Yani, “ilâh-tanrı”yı, “Allah’laştırmayıp; aksine, “Allah” ismiyle işaret edilen anlamı kavramaya çalışarak, “ilâh-tanrı” kavramının onun içinde yok olduğunu FARK edeceksiniz!…
Zira, idrak edilirse “Allah” ismiyle işaret edilen anlam, görülür ki, “ilâh-tanrı” kavramı ortadan kalkar!
“İlâh-tanrı” kavramıyla işaret edilen daima senin ötende bir varlığı simgeler…
Çok önemine binâen biraz daha üstünde duralım…
“Sizin İlâhınız Allah’tır!” demek; “Allah”ın bir “tanrı” olduğu yani “İlâh” olduğu anlamına gelmeyip; aksine, şu mânâda olarak ifade edilmiştir; “siz ötenizde tanrı-İlâh diye bir şey kabul ediyorsunuz ya, işte öyle bir şey yoktur”!
“Tanrı, İlâh” yoktur: “Allah” İsmiyle İşaret Edilen” bir varlık vardır. Bu isimle size anlatmaya çalıştığım varlık; varlığı ve özellikleri itibariyle sizin var sandığınız “tanrı-İlâh” kavramından tamamiyle ayrı birşeydir!
Öyleyse bugüne kadar düşündüğünüz ve var sandığınız “tanrı-İlâh” fikrini bir yana koyarak, “Allah” İsmiyle tanımlanan varlığın ne olduğunu bir nebze de olsa farketmeye, tanımaya çalışın!..
Dünya..
Dünya adlı uydunun tâbi olduğu, kendinden 1.333.000 defa daha büyük olan Güneş..
Güneş gibi 400 milyar yıldızdan oluşan bir galaksi..
Bu galaksi gibi milyarlarla galaksiyi barındıran, varlığını algıladığımız evren..
Algılama boyutumuza hitap eden bu evren gibi, sayısız algılama boyutlarına hitap eden, evren içre nîce evrenler..
Nihayet, bu sayısız boyut algılayıcılarının algıladığı sayısız evrenlerin içinde yer aldığı açının yaratıldığı TEK NOKTA, TEK AN.. DEHR!
İndinde sayısız anlar ve noktalar; ve o noktalardan meydana gelen açılar içinde sayısız evren içre evrenler yaratan varlığa işaret amacıyla kullanılan, “ALLAH” ismi!
Evren içinde, Afrika’daki “Tanrı kulu” kabilesinin toteminin yeri ne ise; “Allah İsmi İle İşaret Edilen”in indinde, insanların “Tanrı-ilâh” düşüncesi de o!
İşte nerde bugünki dünya toplumlarının düşündüğü “tanrı-İlâh” fikri; nerede Muhammed Mustafa Aleyhi’s-Selâm’ın Kurân-ı Kerim ile açıkladığı “ALLAH İSMİ İLE İŞARET EDİLEN” !
Kurân; “Şirk”, yani “tanrı-İlâh” necâsetinden tâhir olmuş, gerçeği anlamaya gayret eden, düşünen ilim sahibi insanlar için gelmiştir! “Allah İsmi İle İşaret Edilen”i fark edip kavramaya çalışsınlar ve onun gereklerine ve gerçeklerine göre yaşasınlar diye.
Bunu kavrayacak kapasitesi olmayanlar ise, elbette güdülecekler ve diğer mahlùkat gibi yaşamaya devam edecekler!.
Evet.. işte bu yazıda “Allah” kelimesinin mânâsının bizim kafamızda öyle hayâl ettiğimiz-düşündüğümüz “tanrı-ilâh” kavramından ne kadar öte, farklı bir şey olduğuna bir nebze olsun işaret etmeye çalıştık.
Eğer bunu birazcık anladıysak, hiç değilse akşamları yatağa girdiğimizde bir durup düşünelim..
Kâinatın, evrenin sonsuzluğu içinde bizim yerimiz ne? Ve fark etmeye çalışalım o sonsuz kâinatı, evreni yaradanın varlığını, kudretini, azâmetini, kibriyâsını!..
Esasen Hz. Muhammed aleyhisselâmdan bu yana gelmiş ve olayın hakikatine vâkıf olmuş her insan, çevresine benim şu anlattıklarımı söylemiştir.
Biz, Allah’ın, bugün için, bu ilmi izhar ettiği bir musluğuz!.
Sizin için önemli olan musluk değil, musluktan akan sudur! Sizler o suyu alıp değerlendirin!.. Musluklar geçicidir.. Bugün bu musluk vardır, yarın bir başka musluk vardır..
Musluklar gelip geçicidir, musluğa bağlı kalmayın, nerede bulursanız o suyu değerlendirin.
Çünkü zaten esas olarak daha evvel dediğim gibi “İslam Dini” adıyla açıklanan sisteme göre, “Din adamı” diye bir sınıf yoktur!… Dolayısıyla da müftü, şeyh, hoca, âlim, vs.. gibi kavramlar asılsızdır, isanların indî yakıştırmalarıdır bu tâbirler..
Her fert Allah’ın bize gönderdiklerini, Rasùlullah’ın tebliğ ettiklerini, olabildiğince anlayıp dinler ve bu bildiklerini çevresi ile paylaşmak mecburiyetindedir.Ama hiç kimse Rasulden sonra din adına-Allah adına-Kurân adına konuşma yetkisine sahip değildir!
Her birimiz Rasùlullah’ın getirdiklerini anlayabildiğimiz kadarını anlar; ve bunu çevremizle paylaşırız. Paylaşılan bu ilim, size ait olandır.
Herkesin örnek alması gereken tek kişi Hz. Muhammed Mustafa’dır!
Benim sayısız eksiklerim, hatalarım, kusurlarım vardır veya olabilir; veya bir başkasının eksikleri, kusurları, hataları, yanlışları olabilir..
Siz, kişi ile ilgilenmeyin, eğer o kişiden gelen ilim size faydalı görünüyorsa alın, değerlendirin!. Aklınız yatmadıysa bir başka yerde ilmi arayın..
Hiç bir zaman, hiç bir yerde, hiç bir şekilde bir ferde bağlanmayın!
Bağlanmanız gereken yegâne şey, “Kurân”dır, Allah Rasùlü “Muhammed Mustafa”dır!.
Size en son tavsiyem bunlardır!
Bugün için Cenâb-ı Hak bizi vesile kılmış, bizim vesilemizle bu ilim size gelmiş. Önemli olan bu ilmin size gelmesidir. Biz, bugün varız yarın yokuz; ama, siz bu ilmi değerlendirmezseniz, o zaman kendi kendinize zulmetmiş olursunuz, kendi hakkınızı vermemiş olursunuz!.
Çünkü ölüm sonrası o ebedi hayatınızı ancak ve ancak şu dünyada yaşarken inşâ etme şansına sahipsiniz. O boyuta ölümle geçtikten sonra durumunuzu iyileştirmek için HİÇ BİR ŞEY YAPAMAYACAKSINIZ!.
Ya bugünden birtakım çalışmaları yaparak ölümötesi yaşamınızı Cennete döndürürsünüz, Cennet’e gidersiniz ya da birtakım çalışmaları yapmamanın sonucu olarak; bu ihmalin sonucu, geleceğinizi Cehennem etmiş olursunuz.
Kurân‘daki hüküm; “Allah kullarına zulmetmez. Herkes elleri ile yaptığının karşılığını alır” şeklindedir!
Kendi kendinizi yetiştirip bir yere gelmek zorundasınız! Onun içindir ki elde ettiğiniz ilmin kadrini kıymetini bilin, kendinizi bir yere getirmeye bakın..
Rahat olduğum bir husus var; Herkes için gerekli olan bilgileri kitaplara verdim.
İnternetteki WEB sitemizde tüm yayınlarımız mevcut… İsteyen beş kuruş ödemeden internetten tüm açıkladığım bilgileri edinebilir: www.ahmedhulusi.org adresinden…
İster ben olayım, ister ben olmayayım hiç önemli değil. O kitaplardaki bilgilerle, siz kendi yönünüzü ve yolunuzu kendiniz çizip; bir yerlere gidersiniz.
Zaten o kitapları yazmak, kasetleri doldurmaktaki amacım; insanların, herhangi bir beşere muhtaç olmadan, kendi yollarını kendilerinin bulmasını temin etmekti!
İnsanlar birilerine bağlanma gereğini duymasınlar, kendi akıl ve kendi mantıkları ile kendi yollarını çizebilsinler, amacım buydu! Bu amaçla bu kadar kitabı yazıp öğrendiklerimi, yanısıra bildiklerimi, düşündüklerimi bugünkü toplumun kaldırabileceği ölçülerde yazdım.
Dolayısıyla, benim gidişim, size bir kayıp olmayacak… İstediğiniz anda, o kitapları açtığınız anda, gereken bilgileri bulacak ve sanki size ben konuşuyormuşum gibi, kitapları okuyacaksınız!
Bizim kapasitemiz işte bu, elimizden bu kadar geliyor.. Bunu da yaptık. Yapacağımızı yaptık, vicdanî görevimiz bitti..
Aslında görev falan da yok da kendi kendimize bir görev edinmişiz, bu bildiğimizi yazalım diye.. Böyle bir sorumluluğumuz da kalmadı artık.. Bundan sonra birazcık da kendimize zaman ayırmamız lâzım..
Biz etrafa faydalı olalım, derken kendimizi ihmal ettik. Onun için biraz inzivaya çekilip, bir umutla, kendimizi biraz daha yetiştirmemiz lâzım deyip bir kenara çekilicez.
Artık bundan sonrası kendi bileceğiniz iş..
Sormak istediğiniz şeyler var mı?
-Hz.Muhammed’in hayatıyla ilgili daha başka şeyler yazacak mısınız?
-Yazmak istiyorum, niyetim var ama ne zaman nasip olur bilemiyorum.. Öyle bir niyetim var.. Medine devresindeki yaşamı ile ilgili bir kısım şeyleri derleyip toparlayıp yazmak istiyorum; ama ne zaman nasip olur bilemiyorum.
-Zikir kelimesini nasıl anlamlandırmalıyız?
-Genelde “varlıkların zikri” dendiği zaman, buradaki “zikir” kelimesini çok geniş anlamda değerlendirmemiz lâzım.
Bizim yaptığımız çok önemli bir yanlış var; kelimelerin çok dar ve günlük kullanım alanındaki mânâları ile kayıtlanıyoruz.
Meselâ “zikir” dediğin zaman, şu tesbihi eline alıp belli kelimeleri tekrar etmende zikir kelimesinin kapsamı içindedir... Biri mikro
boyutuyla, biri makro boyutuyla...
“Yaşayan ve var olan hiçbir şey hariç olmamak üzere hepsi O’nu zikreder” anlamındaki “zikir”, o birimin varoluş gayesine uygun hizmet vermesidir.
-“Efendim, biz suyun kenarında otururken, suyun “Hay Hay” ismiyle zikrettiğini duyduk”?... derler.
Bu, kişinin hayâlinde oluşan bir anlamdır! Bu harfler insan beyninde oluşan bir olaydır..
Esasen bu, “lisânı hâl” ile olan zikrin, kişi tarafından algılanış şeklidir. Yani, “hâliyle” işlevini dillendirmektedir; anlamında.
İşte bu anlamda, her şey, “hâliyle” zikirdedir… Varoluşunu sağlayan esmânın açığa çıkmasına vesile olarak…
Herşey hayatiyetini, “Hay” isminin açığa çıkış şekillerinden biri olan sudaki hayatiyet sıfatından alır. Bu sıfatı algılayan da hayalinde böyle bir kelime tekrarı düşünür.
Suyun yaşamında bu harflerin yeri yok ki.. Onun varoluş gayesine ve amacına hizmet eden bir şekildeki oluşumu, onun zikridir!
Eğer sen, suyun “Hay Hay” diye kelimelerle zikrettiğini düşünüyorsan duyuyorsan, algılıyorsan, bu, senin hayâlindekicanlandırmanın dışarıdan geliyormuşçasına var kabulüdür!
-Yaptığım zikirler ihlâslı olmasa da, kabul olur mu?
-“Kabul olma” diye bir kavram var mı? !.. Varsa, bu ne anlamdadır?
Birisinin kabul etmesi için mi siz ibadet ediyorsunuz? Siz yaptığınız, “İbadet” dediğiniz şeyleri yukarıdaki, dışarıdaki, ötedeki birisinin kabul etmesi için mi yapıyorsunuz? !
Eğer biri sizin bu yaptığınızı kabul edecek diye yapıyorsanız, yaptığınız temelde; Şirk-i Hafi’dir!..
“Şirk koşanın yaptığı çalışmalar Allah için değer taşımaz” diyor âyet!
“Kabul eder”, “Kabul etmez” kavramını unutun!
Yaptığınız hiç bir şey, dışarıdan birisinin kabulü için değil!
Nasıl ki yemeği yediğin zaman acaba “Allah kabul etti mi” diye düşünmüyorsan, yediğin yemekte kabul oldu mu, kabul edildi mi kavramı sözkonusu olamıyorsa, kıldığın namazda da böyle bir kavram yoktur!. Yaptığın herşey yerini bulur ve karşılığını alır; yani, ne yaparsan bir sonraki aşamada kesinlikle o yaptığının neticesiyle karşılaşırsın;yaptığın kapasite kadarı ile!
İşte, iyi veya kötü, yapılanın sonucuyla karşılaşma olayı, Arapça da, Kurân’da “cezâ” kelimesiyle anlatılmıştır.
Yapılan hiçbir şey boşa gitmez!
Benim kitaplarımı okuyup anlayan kişinin anladığının göstergesi; O’nun beyninden “kabul oldu mu acaba yaptığım” gibi bir kavramın silinmesidir!
Eğer birisi benim kitaplarımı okuduğunu söylüyorsa; sonra da “kabul oldu mu acaba yaptığım” gibi bir kavram kafasına geliyorsa; o daha benim kitaplarımın kapağını bile açmamıştır!
Bizim baştan itibaren vurguladığımız olay; “Ne yapıyorsan kendin için!.. Dışarıdan birisi için yapmıyorsun” realitesidir!.
Dolayısıyla; “senin yaptığını kabul veya red edecek bir varlık, kavram sözkonusu değildir” diyoruz; ki önce bunu anlamak lâzım!
Peki, öyleyse “Ben Allah için bunları yapıyorum” cümlesinin mânâsı nedir?
İşte bu sual, bizim “Hz.Muhammed’in Açıkladığı Allah” kitabının okunmadığını dillendirir.
Eğer o kitap okunsa ve anlaşılsa, idrak edilse, fark edeceksiniz ki; “Allah İsmi İle İşaret Edilen” senin, dışında yöneleceğin bir varlık değil, içinde, ÖZ’ünde olandır!
“Allah için bir iş yapmak” demek; kendi ÖZ’ündeki HAKİKATINI hissetmek; “O’na giden yolda yürümek” demek; kendi ÖZ’ündeki gerçek kuvvene ulaşmak demektir!
“Allah için yapıyorum ben bu işi” demek; “ben, maddem, beşeri değerlerim ve dışa dönük varlığım için değil; Öz’ümün, hakikatimin gereğini hissedip yaşayabilme amacı ile ben bu işi yapıyorum” demektir!
Sana birisi “Allah için bunu yap” dediği zaman bunun mânâsı; beşeri, dünyevi, maddî çıkar amacıyla yapma… Cehennemden kurtulmak, cennete girme amacı ile böyle bir şey yapma… Çünkü bunların hepsi senin birimselliğine, bedenselliğine hitap eder… Sen ÖZ’ündeki hakikatin gereğini hissetmek için; ÖZ’ündeki güzellikleri yaşayabilmek amacıyla bunu yap; demektir!
“Allah için yap” demek; olayı, dışa dönük bir biçimde değil; özündekinin gereği olarak, özüne dönük bir biçimde değerlendir, demektir!
“İçe dönük bir biçimde” sözüyle; dıştan içe doğru değil, içten dışa doğru bakışı elde etmekten bahsediyorum… Bu işte marifet!… Aksi takdirde, “Allah için yapıyoruz” dediğimiz zaman; hayâlimizde, bir anda yukarıdaki, dıştaki bir varlık, bir tanrı meydana gelir ve o dıştaki, yukarıdaki, ötedeki; veya bizim bir başka ifademizle “ötendeki”!
“Ötedeki” ile “ötendeki” arasındaki fark şu…
“Ötede” dediğin zaman, uzaklarda bir yerdeki…
“Ötendeki” dediğin anda senin “ben” kelimesi ile kastettiğin varlığın dışında demektir!
“Ayrıyım”ın ifadesi, “ötendeki” dir!
Fiziksel veya şuursal “öten” olmuş fark etmez… Sonuçta “öten”!.
“Ötende” bir tanrın olduğu sürece de, senin ona, “Allah” ismini vermen, sadece bu isimle etiketlemendir!
İnsanların çoğu, değil tasavvufa girmiş olanların, tarikattayım diyenlerin yüzde doksandokuzu; “ötesindeki” tanrısına “Allah” ismi etiketini yapıştırıyor!
“Ötende” olduğu sürece mükemmel bir müşriksin! Bir “sen” varsın, bir de “O” var!! Kendi varlığını, benliğini O’na şirk koşuyorsun.
Ne için yaşıyoruz? Amaç ne? Varoluşumuz ve yaşamımızdaki amacımız niye?...
Bu arada şu sorunun cevabını düşünün:
“ŞİRK” niçin kötü ve sakınılması ZORUNLU birşey?…
Allah niçin ŞİRKİ bağışlamaz; ama, bunun dûnundakileri dilediğine bağışlar?”
Gökteki Göktürk tanrısı mı kızıyor kendisine şirk koşulmasına?
“İyi bir mertebe kazanayım”! Bugünki insanların %99’unda cehennemden korkmak diye bir olay kalmadı elhamdülillâh; kimse cehennemden korkmuyor.. Çünki Cehennem denen şeyin ne olduğunu bilmiyor!
İnsanın bir şeyden korkması için onun ne olduğunu bilmesi lâzım; ki ondan korksun! Meselâ, sopadan, falakadan korkarsın, çünki sopanın veya falakanın ne olduğunu az çok biliyorsundur… Ama cehennemden hiç korkan yok!.. Çünki cehennemin ne olduğunu anlayan, bilen yok! Eski kaynar kazanlar uçtu gitti, yerine yenisi de gelmedi!!!
Dolayısıyla Cehennem’in ne olduğunu bilmiyoruz şu anda. Hâliyle cehennem korkusu da kalktı!
Cennet desen, cennetin de ne olduğunu bilmiyoruz! Kimi diyor “birkaç köşkle birkaç hûri”… Gayet basit bir şeymiş gibi nitelendiriyor cenneti; kimi de “aman ne olacak canım, cennet de ne imiş!” diyor!
Cennet için de yaptığımız bir şey yok! Nerden çıktı bu Ahmed Hulùsi, bizi diri diri mezara sokuyor!!!
Eyvah, işte orası felâket..
Hiç ölüm korkusu falan da yoktu bizde; nerden geldi bu başımıza! Ahmed Hulùsi, mezara diri diri sokuyor bizi..
“Ölüm” diye bir olay getirdi başımıza, ardından diri diri mezara konuyormuşuz!
Biz ne güzel, mezara konucaz, kıyamette de artık her ne zamansa ayağa kalkıcaz, dirilicez.. Eh! ondan sonrası da Allah kerim deyip; gidiyorduk..
Bu adam geldi başımıza, dedi ki;
“ÖLÜM DİYE BİR OLAY YOK! Şu andaki aklınla, şuurunla, idrakınla DİRİ DİRİ O TOPRAĞIN ALTINA KONUYORSUN! Etrafını seyrede seyrede… Ve yaşamın, hiç kesilmeksizin devam ediyor, “kabir âlemi” denen o boyutta!..
Eyvahh! Aldı mı sizi bir telâş!...
Ya dediği doğruysa, delil de gösteriyor; âyetler dediğini tasdik ediyor; hadisler dediğini tasdik ediyor; çeşitli duyduğumuz hikayeler kâbirde yaşamın devam ettiğini söylüyor.. O zaman gerçekten biz canlı canlı, diri diri, şuurlu bir şekilde beden hareket etmese de, felç gibi olsa da o mezara giriyoruz..
Şimdi bizi tanıyanların veya kitaplarımızı okumuş olanların veya kasetlerimizi dinlemiş olanların hemen hepsinde ortak olan bir bilgi var:
“ÖLÜM” DENEN OLAYIN BİR SON OLMADIĞI; bu olayın BOYUT DEĞİŞTİRME OLDUĞU; AYNI AKIL VE ŞUURLA YAŞAMIN BU DEĞİŞEN BOYUTTA DEVAM EDİP GİTTİĞİ!
İnsanın doğru dürüst Cenneti, Cehennemi düşündüğü yok ama işin bu tarafı kesin,; bunu fark etti bizi okuyanların hepsi; şükürler olsun! Bu, her işin başı.. Bunu idrak, insanın bütün yaşamına yön veriyor… Artık gerisine nasıl yön verir, o, kişinin kendi sorunu ama; Ahmed Hulùsi isminin hemen yanında bir gerçek var, o da ölümle birlikte herkesin diri diri, şuurlu, aklıbaşında bir şekilde kabir âleminde yeni bir yaşama başladığını idrak etmesi!
En alt düzeydeki aklın gereği odur ki, yarın başına ne geleceğini düşünür.
Akılsız, “yarın” diye bir kavram taşımaz!.. Ama aklın en alt düzeyi “yarın ne halde olucağım” diye düşünür, ona göre birtakım tedbirler alır…
Yarın sorunu, düşüncesi olmayan ise zaten “İNSAN” sınıfı içinde değildir, diğer mahlùkattandır!
Yarını düşünmeye başlayan insanın ikinci aşamada aklına gelen şey, boyut değiştireceğime göre, ben hangi ortamda olucağım, nasıl olucağım, ne hazırlık yapmam lazım; düşüncesidir!.
15 gün sonra Londra’ya gidiyorum; şimdiden telefonla orada kalacağım evi ayarlatıyorum, oradaki birtakım şartlarımı ayarlatıyorum...
Niye?...
Gittiğim yerde zor duruma düşmiyeyim diye! Ama belki, buradan çıkarken bir araba vuracak öbür boyuta intikâl edeceğim!..
Yarın sorarlarsa bana, “orada ne yaptın?” diye; diyeceğim ki;
“Böyle benim gibi diri diri aklı başında, şuurlu geleceklerini olabildiğince insana farkettirdim!. Yaptığım tek hizmet bu! Dünyada başka hiç birşey yapamadım; en büyük ihtimalle, ben batsam bile, bu gerçeği fark eden birçok insan buraya hazır gelecek.. İşte böyle hizmet ettim!”
İnsanoğluna vasiyet tavsiye edilmiş; hatta eskilerden bazıları hergün vasiyet yazarlarmış, yarın kalkamam diye.. Ertesi gün kalkınca, yatarken gene vasiyetini yazarmış.
Allaha şükür bakıyorum; bir kere, kimseye hiçbir vaadde bulunmamışım; ben sana şöyle yaparım, böyle yaparım, şunu getiririm, bunu getirim gibisinden..
Var mı?
Benden hiç böyle bir vaad duydunuz mu? Hayır, hiç kimseye bir vaadim yok! Bu, bir!…
İki; kimseden hiçbir talebim de yok! Sizlerden veya çevrenizden benim şahsî bir talebim oldu mu bugüne kadar, var mı?
Hiç kimseden hiçbir talebim de yok; herkese karşılıksız olarak bu ilmi dağıttım!.
Hiçbir dünyevî, iktisadî, siyasî, ekonomik ve politik beklentim de yok; yolcuyum! Tüm yaşamım boyunca yalnız, tek başıma yaşadım, bu alanda!… Türkiye Gazeteciler cemiyetine basın mesleğim dolayısıyla üyeliğim dışında hiç bir teşkilata, derneğe, kuruluşa cemiyete üyeliğim de yok!.
Borcum ya da müdanaam da yok!.
Her an gitmeye hazırım!..
İsteyen alsın dinlesin veya okusun değerlendirsin açıkladıklarımı; isteyen de değer vermesin!… O da benim umurumda değil.
Çünkü, ben vicdani görevimi yaptım.. Ben insanlar üzerinde zorlayıcı veya uygulatıcı değilim!
Dolayısıyla, “aman arkamda kalanların mesuliyeti benim üstümde” gibi düşünecek bir şeyh, bir mürşit, bir hocaefendi de değilim!
Hiçbir dini hüviyetim, etiketim, ünvanım, vesâirem de yok!
Sadece ve sadece, “AHMED HULÛSİ”yim!
Onun altına yapıştırılacak hiçbir etiket yok!
Ayrıca, yerime, arkama şu kaldı diyeceğim, hiçbir kimse yok!
Beni hiç kimse temsil edemez yeryüzünde! Hiç kimse benim adıma konuşamaz! Hiç kimse benim nâmıma birisine bir şey veremez ve birisinden bir şey isteyemez.. Böyle bir şey de kesinlikle olamaz!
Dolayısıyla, şapkamı bile almadan, çeker giderim bu dünyadan; başımı çevirip hiç arkama bakmadan!
Çünki vicdanen rahatım, elimden geleni yaptım; bu toplumun kaldırabileceği ölçüde herşeyi açıkladım; gerçek bildiklerimi söyledim.. Dolayısıyle de artık bundan sonra top bu insanlarda...
İsteyen bu bilgileri alır, değerlendirir, getirisini yaşar!.. İsteyen de bütün bunları değerlendirmez, sonucuna katlanır!.
İşte bizim müslümanlık anlayışımız bu! Ayrıca, tartışmaya, iddialaşmaya; bütün bunların sonunda da kendime bir pâye, bir yer edinmeye de meraklı değilim.
Siz şu an burada belki 70-80 kişisiniz; bilmiyorum ne kadar insan var… Ama benim kitaplarımı okuyup da benimle tanışmak isteyen İnsanların sayısı, buradakilerden çok çok fazla muhakkak ki; fakat bunların hepsi de beni bulamıyor, göremiyor.. Benim de bu insanları görüp, etrafıma toplayıp bir yerlere gelme gibi bir amacım ve derdim yok.
İnsanlar akşamları yatağa girdikleri zaman yanındakine “hadi Allah rahatlık versin” deyip kendi dünyasına çekilirler… Ben de, sabah kalktığımda “Allah rahatlık versin” diyorum, çevremdekilere; günüme böyle başlıyorum!!!
DünyaNIZda, sizler gibi iyi bir insan olmaya çalıştım elimden geldiği kadarıyla… Ne kadar bunu başarabildim; bilmiyorum.
Bilgileri aktardım sizlere; ayrıca da kendi aklımca tavsiyelerim oldu “DOST’TAN DOSTA” kitabımda yazılı.
“Dost’tan Dosta”; alınıp uzun uzun okunacak bir kitap değildir… Ara sıra açacaksın, içinden birkaç satır bakacaksın.. Sana hitap ediyorsa ne âlâ… Sonra gene kapatacaksın, koyacaksın bir kenara.
İşte bu anlattıklarım dolayısladır ki, artık benim burada yapacağım bir şey kalmadı!… Bir insanın yapacağı bir şey kalmayınca da onu oradan alırlar!
Kısmetse bu arada, “TEMEL ESASLAR” diye bir kitap daha çıkacak.
Bu “Temel Esaslar”, daha evvel çeşitli kitaplarda, çeşitli yerlerde dağınık olarak bahsettiğimiz “Namaz Oruç Hac Zekât” bölümlerini içine alan bir kitap olacak. Çok isteniyordu bizden böyle bir şey…
“Namaz nedir, detaylı bilgi bulamıyoruz. Oruc’u bulamıyoruz, çeşitli yerlerde var fakat toparlayamıyoruz” deniyordu. O zaman dedik, böyle bir şey yapalım, inşaallah “Temel Esaslar” çıkacak…
“Akıl ve İman” kitabı, “İman ve İtikat” esaslarını anlatacak.. “Kelime-i Şehâdet”in açıklaması, “Hz. Muhammed’in “Allah”ı” adlı kitabımızda mevcut. Namaz, Oruç, Hac ve Zekât’ta, “Temel Esaslar” isimli kitapta olacak. İnşaallah faydalı olur.
Cuma namazı vaktimiz geldi… Varsa sorularınıza cevaplar namazdan sonra inşaallah..
-Yaradılışından cinlere “Halife” özelliği verilmemiş; fakat cinlerin evliyasının olduğunu biliyoruz kitaplarınızdan; bunu anlayamadım, cinlerin Allah’ı tanıma yolundaki çalışmaları?
-Şimdi, bizim Kurân‘dan bildiğimiz; “İnsanın yeryüzünde Halife” olduğudur; daha doğrusu.
Şimdi, âyet-i kerimede bir incelik var; “İnniy câilûn filarda Halifen” deniyor.
Bu “inniy” hitabının nereden geldiğini, hangi mertebeden geldiğini bir araştırmak lâzım!
Rubùbiyet mertebesinden mi, Rahmaniyet mertebesinden mi, Ulùhiyet mertebesinden mi, Vâhidiyet mertebesinden mi?
“inniy câilûn” diyen hangi mertebe ki, “o mertebe”nin “halifeliği” anlaşılsın!. Bunu bir etüd etmek lâzım… Bunu bir etüd edin, ondan sonra “halife”nin hangi mertebenin hilâfetini yüklenmiş olduğunu müşahede etmeye çalışacaksın.
Cinlere böyle bir hitap olduğundan bahsedilmiyor!. Onlar için böyle bir hilâfet durumunun olup olmadığı konusunda bir karar veremeyiz. Bahsedilmemesi, yok olması anlamına gelmez! Yok olmaması anlamına gelmemesi demek de, onlarda böyle bir şey olabileceği ihtimaline açık kapı bırakır,
“Cinlerde halife yoktur” şeklinde bir hâdis yok, âyet de yok!
“Velâyet” yani hakikatini tanımanın getirdiği ilim ise, onlarda da belli ölçüde var; bunu da kaynaklardan bilebiliyoruz!.
Dolayısıyla onlarda da böyle bir halifenin olmadığına dair hüküm veremeyiz… Verirsek, biz söylenmeyenleri de bilen bir zât’ız, satır arasını vermiş oluruz.. Bu da bize yakışan bir şey değildir.
O yüzden Kurân ve hâdiste böyle bir şey açıklanmamışken; bizim bu konuda söz söylememiz doğru olmaz kanaatindeyim… Ama maneviyat ehli zevâtın eserlerinden, cinlerin de evliyâsı olduğunu biliyoruz.
En azından “Divan” toplantılarına katılan birtakım zevattan öğrendiğimize göre; cinleri de temsilen oraya katılan cinlerden bi takım zevat var.
Dolayısıyle de, oraya katılan zevatın, son derece değerli üst düzey kişiler olması gereği var… Bunu da gözardı edemeyiz!. Bunun ötesinde daha fazla bir şey söyleyecek durumda değilim, haddimi aşmış olurum!
-Kıyâmet Güneş büyümesiyle gelecekse, buna daha çok zaman var değil mi?
-Güneş’le beklediğimiz “Kıyâmet”i beklemek, abesle iştigaldir! O işe daha çok uzun zaman var… Ama nesillerin kıyametleri var, nesillerin kıyametlerinden evvel de, insanın kıyameti var.
Hani, dediği gibi “ben ölürsem büyük kıyâmet, karım ölürse küçük kıyâmet”miş.. Böyle de kıyâmetler var!.
Dolayısıyla biz, kıyâmeti, büyük boyutlu olaylara hasrederek, onları hayâl etmekten evvel, kendi kıyâmetimize bakalım..
“Kıyâmet”, ardında hiçbir şey yapılamayacak olan ortam!
Dolayısıyla, bizim hiçbir şey yapamayacağımız bir güne ulaşmamız sözkonusu!. O gün gelmeden evvel biz ne yapıyoruz, burası önemli.
Şu, “gördüklerimiz” konusunu bir ele alsak, ne dersiniz?
Gördüklerimiz ne kadar gerçek? Ne kadar gerçekleri görüyoruz; göremediğimiz neler var, algıladığımız ve algılayamadığımız ne tür boyutlar sözkonusu?
“Gördüğümüz” diye ifade ettiğimiz iki boyut var;
Birinci gördüğümüz boyut, şu yaşadığımız ortam.. Burada birtakım şeyler görüyoruz.
İkinci gördüğümüz boyut; “rüya âlemi”… Rüyada da birşeyler görüyoruz.
Bu ikinin dışında bazıları da böyle ayakta dolaşırken, gezerken birşeyler görüyor ve onu da bilmiyoruz. Hiç öyle ayakta dolaşırken, gezerken ben hayâl meyâl bir şey görmedim! Onun için o konuda bir şey diyemem, gördüklerini söylüyorlar!.
Bir de cinleri görüyorlar!.. Ben bugüne kadar cinleri görmedim. Onun için o konuda da hiç bir şey söyleyemem!
Bu “görme” dediğimiz olayın aslı, hakikati ne?
Şu gördüğümüzü az çok herkes görüyor; ne olduğunu bilmese de görüyor!… Hele hele “rüya” dediğimiz olay..
Rüyada ruh, bedenden çıkıp bir yerlere mi gidiyor; bir yerleri mi görüyor?
Genel anlatım içinde söylenen, gece uykuda ruhun serbest kalması, bir yerlere gitmesi; olayları görmesi, özellikle kişinin görmediği, bilmediği yerleri rüyasında görmesi diye anlatılan bir olay var..
Şimdi, bizim anlatımımızda; ruhun beyin tarafından üretilen dalgalardan meydana geldiği konusu işleniyor… Ayrıca, rüyanın dışında “telepati” diye bir olay da biliyoruz!… Telepatinin, iki beyin arasındaki karşılıklı gönderilen dalgalar olduğunu da biliyoruz.. Yani beynin belli dalgalar göndererek bir diğer beyine ulaştığını; ona çeşitli mesajlar verdiğini biliyoruz!. Fakat bu kopuk kopuk bildiğimiz hususları biraraya getirip bir sonuca varmayı genelde hiç düşünmüyoruz!.
“Telepati” dediğimiz olayı gerçekleştiren, beyin!
Esasen bunun benzeri bir hususu hemen herkes de yaşamakta.
Beynin yaydığı radar dalgaları; uyuduğumuz zaman ruh bedenden ayrılıp; bir yerlere gidip orada bir şeyleri görüp veya birisi ile görüşüp gelmez!
Bizim tesbitimize göre; beyin, gündüz olduğu gibi, gece uyku hâlinde de radar dalgalarını yaymaya devam eder; ve gündüz beyin, birçok kanaldan veri toplarken; gece bu, özellikle beş duyuya dayalı alanlar kapalı olduğu için, yaydığı radar dalgalarının getirisini beynin görüntü hayal merkezinde değerlendirerek sùretlendirir.
Bu algılama, “ruh gitti de falanca ile görüştü” denen görüntüleri meydana getirir.
“Dua”, beynin yönlendirilmiş dalgaları olduğu gibi; rüyaların bir kısmı da, beynin radar dalgalarının tesbit ettiği olaylardır!.
Rüyalar, kâh sizin o ana kadar mevcut veri tabanınızdaki mânâların açığa çıkmasıdır; yani bilgisayarınızın harddiskindeki bir takım verilerin ekrana yansıması, görüntüsüdür; kâh da ekranınıza internet aracılığı ile gelen verilerin bilgisayarınızda işlenerek ekrana yansımasıdır!.
İşte internetten bilgisayara verilen gelen veriler gibi, beynin radar dalgalarıyla algıladığı bazı dış olaylar, geçmişte ruhun bedenden ayrılıp bir yerlere gidip bir yerlerde görüşmesi veya o yerleri görmesi şeklinde değerlendirilmiştir.
Tabii bu geçmişte hiçbir şekilde izah edilmesi mümkün olmayan bir olaydır; ki bunu, ancak bugünkü şartlarda böylece açıklama imkânını bulabiliyoruz.
Bilim ve teknoloji bu düzeye gelebildiği için, telepatinin varlığını kabul eden her insan, beynin radar dalgalarını da doğal olarak kabullenmek zorundadır!.
Beynin radar dalgalarını ve telepati dalgalarını kabul eden her insan, kapsamlı bir kapasiteye sahip beyinli kişilerin, geçmişin “keramet” denen olaylarını yaşayabilmesinin de son derece doğal ve mâkul olduğunu rahatlıkla fark edebilir… Çünkü, “mucize” ve “kerâmet” denen olaylar da, insanın dünyasında, insan beyni ile alâkalı olan olaylardır.
Bilgisayarları inceleyenler, insan beyninin çalışma düzenini çok daha rahat fark edebilirler… Dışarıdan gelen veriler nasıl bilgisayarın harddiskine geçiyorsa; daha sonra da harddiskten istenilenler ekrana yansıyor, görünür hâle geliyorsa; bu bilgiler bilgisayarın içinde, nasıl mevcut bilgi hali ile değil de sadece 0-1 esasına dayalı iki tür kayıt ise, insan beyninde ve hücrelerinde de aynı şekilde pozitif ve negatif esasa dayalı belli frekanslarla programlanmış veri tabanları vardır!. Siz bunlardan hangisine yönelirseniz onlar sizin ekranınızda üst yapı şuurda meydana çıkar.
Burada önemli olan; insanın kendi kapasitesini olabildiğince kullanabilmesini temin etmektir!
“İslam Dininin gelmesini” diye başladığım cümle yanlıştır! “İslam dini”nin gelmesinden gerçeği ile sözedilemez.
“İslâm Dini”, gelen-giden bir şey değildir!
İslam dininin bildirilmesinden sözedilebilir!. Çünkü, “İslam Dini” “Allah’ın yarattığı sistem ve düzenin” adıdır! “Sistem ve Düzen” gelmez, açıklanır, bildirilir!
İnsanlar da açıklanan bu sistem ve düzene göre kendi yaşamlarına yön verirler.
Bize bildirilen “İslam Dini ve Esaslarına göre” demek; “bize bildirilen Allah sistem ve düzenine göre”, demektir!
Allah sistem ve düzeninin bildirilmesinden amaç, insanın kendinde olan özellikleri farkederek bu genel sistem ve düzen içinde yerini en güzel, en üst düzeye çıkarabilmesini temin etmek demektir!
Ya, “Allah sistem ve düzenini” hakkıyla anlayıp; kendinize çok üst düzeyde yaşam boyutu oluşturursunuz… Ya da, “Allah sistem ve düzeni olan İslam Dini”ni görmemezlikten, anlamamazlıktan gelir, et-kemik beden içinde yiyip, içip, çiftleşerek; ömrünüzü sâir mahlùkat gibi tüketir; sonrasında da yeni boyutunuza hazırlıksız bir şekilde geçersiniz!. Tıpkı, elindeki sermayeyi abur cubura harcamaktan dolayı, arabasının deposuna benzin dolduramamış bir yola çıkıp; sonra da benzini bitip yolun ortasında kalıp, kurda kuşa ziyan olan insan gibi!.
Öyle ise yapmanız gereken şey; sizi ilgilendiren şeydir! Yaptığınız çalışmaların hiç kimseye yönelik olması sözkonusu değildir.
Ne benim için, ne bir başkası için ne de bir yakınınızı sevdiğiniz için bir şey yapmak durumundasınız!.. Sadece kendi geleceğinizi en güzel şekilde oluşturma amacıyla; birtakım gerçekleri görüp anlayıp farkedip değerlendireceksiniz; ya da bunu ihmal edecek, sonunda da pişmanlığı yaşayacaksınız!
Gerçekleri görmenize rağmen; gerçekleri farketmenize rağmen; gerçekleri duymanıza rağmen, zaman zaman şartlanmalarınız ağır basacak; zaman zaman duygularınız ağır basacak; zaman zaman “etraf ne der” fikri ağır basacak; ve o gerçekleri yaşamaktan geri kalacaksınız!
Bu, kaçınılmazdır!
Yürümeye çalışan, emekleyen bebeğin ayağa kalktığında, zaman zaman düşüp elini yüzünü kanatması gibi; sizler de gerçeği fark etmenize, idrak etmenize rağmen; zaman zaman çevre şartları, etraf vs gibi duygusallıklarla, birtakım yanlışlar yapacaksınız... Bu, kaçınılmazdır!
Önemli olan; bu yanlışınızı en kısa sürede fark edip; yeniden o gerçeklere göre hatanızı düzeltmektir!
“Eyvah, ben hata yaptım; bu işlerden bir yanlış, kusur dolayısıyla uzaklaştım diyerek sakın bundan dolayı umutsuzluğa kapılmayın!.
Yaşadığınız sürece hatanızdan dönme, rotanızı düzeltme şansına sahipsiniz!
Bir insan hangi gerekçe ile olursa olsun birtakım yanlışlar, hatalar, kusurlar yapmış olabilir.
Bir insan geçmişinde uyuşturucu, esrar kullanmış olabilir. Bir insan geçmişinde en büyük hataları, kusurları, yanlışları yapmış olabilir… Fakat o insan, yaşadığı, nefes aldığı sürece, bütün bunları geride bırakıp; yeni bir sayfa çevirip; gerçeklere göre yaşamına yön verme şansına sahiptir!.
Dünü dünde bırakıp yarına yeni bir sayfa açma şansına, her insan sahiptir!
Bizler, hiçbir şekilde kişileri dününden dolayı sorgulama, itham etme, yargılama hakkına ve selâhiyetine sahip değiliz.
Herkesin “dün”ü, kendisini ilgilendirir; “dün”ünün sonuçlarına kendisi katlanacaktır.
Biz, bilgimizle karşımızdakine yardımcı olmak; yarınına en güzel şekilde hazırlanmasına vesile olmak durumundayız.
İnsanları “dün”lerinden dolayı yargılamak pozisyonunda değiliz!.
Şu yeryüzünde, şu bedenle yaşadığımız sürece, geçmişimizdeki bütün eksik, noksan ve yanlışlardan kurtulabilme şansına sahibiz!
Geçmişinize tövbe edin; istiğfar edin demiyorum, geçmişinizdeki yanlışları fark etmeye çalışın diyorum!
Geçmişinizdeki yanlışları fark etmenin yolu, sistemin gerçeğini idrak etmekten geçer!
Taklit yollu yapılan şeyler insanlara fazla bir yarar sağlamaz!.
İşin hakikatini sistemin gerçeğini kavramaktır önemli olan. Eğer işin hakikatini doğrusunu fark ederseniz, bu gerçek doğrulara göre, yanlışlarınızı görüp idrak edeceksiniz demektir..
Onların yanlış olduğunu, yapılmaması gereken, size zarar veren şeyler olduğunu idrak ettiğiniz zaman; bunu kesinlikle bir daha yapmamaya karar verirseniz, işte bu idrakınızın oluştuğu an, sizin “Tövbe” anınızdır!
Eli ateşe girip yanmış bir insan ikinci defa elini o ateşin içine sokmaz!.
Yanlışını idrak edip, kesinlikle o işi bir daha yapmama kararı “Tövbe”dir!
Hâlinden pişmanlık duyma ve üzülme, istiğfardır; dille “estağfirullah” demek değil!.
Öyleyse günlerinizi boş vakitlerinizi daima sistemi anlayıp, “OKU”mak için değerlendirin… Bilmediğiniz şeylerin size bir getirisi olması mümkün değildir!
Ne kadar bilginizi arttırırsanız Allah’ın yaratmış olduğu bu sistem ve düzenin işleyişini ne kadar kavrarsanız, o kadar hızla ilerleyecek, tekâmül edecek, kendi ÖZ’ünüzdeki güzelliklere kavuşacaksınız!
“Ben şu yaşa geldim, şu yaştayım” gibi cahilâne, şartlanma yollu değer yargılarınızı derhal kafanızdan çıkarın!
Ölümötesi yaşam boyutuna göre, eğer 70 sene yaşamışsanız, 8.6 saniye geçirdiğiniz şu dünya üzerinde, kendinize yaş-zaman sınırlaması getirmeyin!
Gerçekte, şuur boyutunuz itibariyle, siz “yaş”sızsınız!
İnsan, “yaş”sız varlıktır!
Kendinizi kafanızdaki zaman şartlanmasından kurtarın!.
Dünkü bedenle değilsiniz bugün!. İnanmıyorsanız 5-10 sene evvelki resminize bir bakın.. O beden zaten yok!.. O beden zaten yok olduğuna göre, bugünkü bedeninizin de yaşı yoktur!
Yani şu yaştayım değil, şu kadar yıldır dünyada beden kullanıyorum, diyebilirsiniz en fazla…
Öyle ise yaşamımızın her anı Allah’ın sistem ve Düzenini anlamak için bilgi almak; bu konuda çevremizdekilerle tartışıp onlardan yararlanmak; eğer bilmiyorlarsa, bilmediklerini öğretmek; biliyorlarsa, onların bildiklerinden faydalanmak şekliyle günlerinizi değerlendirin.. Bu, sizin kendi geleceğiniz için geçerli ve gerekli!
Bize göre Dünyaya gelmiş olan en değerli ve yüce insan, Hz. Muhammed dahi insanlara yaranamamıştır!
Bugün birtakım insanlar cahilâne bir şekilde ona tapınırken; bir kısım insanlar O’nun yüceliğini hissetmeye, kavramaya çalışırken; büyük bir kısım insan topluluğu da O’nun yatıp kalkmasıyla; kaç kadın almasıyla lâflayıp lakırdılayıp; kendi geleceklerini mahvetmektedirler!
Hz. Muhammed’in getirdiği ilim bizim için önemlidir; O’nun özel hayatında nasıl yattığı nasıl kalktığı, ne yiyip içtiği değil!
Akıllı insan, karşısındakinin ilmi ile ve beyni ile ilgilenir; diğer organları ile değil!
Ahmaklar da kendilerinde ağır basan organlarla ilgilenip; beynin ikinci eseri olan ilmi ikinci plâna atarlar!
Bunun sonucu da, onun ilminden mahrumiyet; böylece de kendi geleceklerini tümden cehenneme döndürmeleridir.
Ayrıca bir başkasının onları cezalandırmasına gerek yok; çünkü onlar ilimle değil, insanların organları ile ilgilenmelerinin sonucunda, kendi geleceklerini Cehenneme döndürüyorlar ki, zaten, onlara bu ceza yeter!
-Deniyor ki, “Ruh bedenden ayrılıp dönmediği vakitte beden ölür”. Burada açık nokta kalıyor.. O zaman ruhun bedenden bizâtihi ayrılma olayı var demek ki, bu hususta ne diyorsunuz?
-Ruhun bedenden ayrılma olayı var; fakat “rüya” dediğimiz olayların büyük bir kısmının, beynin radar dalgaları ile oluştuğunu söylüyoruz burada.. Bu ikisi ayrı şey!
Gerek, “Tayyi mekân” dediğimiz olay yani Kurân ‘daki “Isrâ” olayı; gerekse, “Fetih” nasip olanın yaşadığı olaylar, ruhun bedenden ayrılması olayıdır.
Buna mukabil, beynin yaydığı radar dalgalarıyla Dünya üstündeki çeşitli yörelere veya kişilere yönelme olayı farklıdır. Bu ikisini birbirinden ayırmak lazım.
Ayrıca beyin ve ruh her an birbiri ile iletişim halindedir ve bedenin enerjisi ruhtan takviye alır; daha doğrusu beyin ruhtan takviye alır..
Aynı şekilde beyin eğer ruhtan takviye alamazsa bunun neticesi olarak beyinde enerji düşmesi ile ani ölümler meydana gelir.
Benim beyin dalgalarımla yaydığım radar dalgaları ile görülen rüyalar; veya yaşanılan başka olaylar esastır. Ruh kesinlikle bedenden ayrılmaz demiyoruz, buna dikkat edin!… Rüyada yaşanan olaylara bağlantılı olarak beynin yaydığı radar dalgalarının tesbitinden söz ediyorum.
Rüya sırasında, beyin radar dalgaları yaydığı gibi; esasında normal yaşamda da bu tür dalgalar yayar ayrıca. Yani beynin yaydığı radar dalgalarının sonucu olarak algılanılan hissedilen olaylara dikkatinizi çekmek istiyorum.
-“En’am üzere olanların yoluna yönelmek” diye dua etttiğinizde gençliğinizde, Hz. Rasul, Ebu Bekir ve Ali’yi düşündüğünüzü söylemiştiniz.. Oysa Antalya’da yaptığınız konferansta, Hz. Ali’nin, Hz. Ebu Bekir’in Hz. Muhammed’e dayalı bir şekilde müslüman olduğu, Hz. Muhammed’in ise orijinde Müslüman olduğu gibi bir kayıt var.
Belki yanlış algılamış da olabilirim. “Orijini getiren kendinden alan gibi olmaz” demiştiniz.
-Ben, cebimdekileri anlatıyorum!.
Cebimde, şu şu var diyorum... Cebimdekilerden anlattığım kadarını, sen gidiyorsun bitişik odadakilere “Üstadın cebinde şunlar şunlar var” deyip onlara târif ediyorsun.
İkinizin arasındaki fark nedir?
Ben, cebimdekileri sana anlatıyorum... Cebimdekilerden anlatmak istediğim kadarını, seni ilgilendiren kadarını sana anlatıyorum.. Sen, “Üstadın cebinde şunlar şunlar var” diyerek bir başkasına tarif ediyorsun.
Şimdi, seninle benim durumumu al, aynı şekilde Hz. Rasul’in kendi ceplerindekileri anlatmasıyla, benim Hz. Rasul’in ceplerinden duyduğumu anlatmam arasındaki farkı sen değerlendir.
Onun için ben diyorum ki; hiçbir zaman ben, Hz.Rasul’in kesip attığı tırnak bile olamam!.
İslam’ın şartı beş; altıncısı haddini bilmektir!
Edep, haddini bilmektir!
Her halûkârda haddimizi bilmemiz lazım.
-“Sizin için bu dinden razı oldum” hükmü. bu âyette anlatılanın dışındada o kadar fazla bir şey olmadığı?
-“Sizin bu kadarı ile bu işi anlamanızdan razı oldum” demektir!
“Leküm ekmeltü diyniküm”
“Sizin dininizi kemâle erdirdim” diyor.
Yani “sizin anlayabileceğiniz kadarı ile size Sistemi ve Düzeni anlattım” demektir bunun mânâsı!
“Mutlak Sistem ve Düzeni” değil, sizin anlayabileceğiniz kadarı ile size Sistem ve Düzeni anlattım”, diyor o âyet!
Hepinizin Cuma’sı mübarek olsun. İşiniz gücünüz mübârek olsun!